Eski ve Yeni Şahsiyetimiz


Eski ve Yeni Şahsiyetimiz

Nur içinde yatsın, merhum hocam Mehmet Ziya Bey, millî mefahiri tes’it etmeyi, memleketimizde ilk hatırlayan ve tatbik eden zattır. Bu sebeple ona “İhtifalci” adı verilmişti. Hoca, İstanbul’u candan seven kibar bir İstanbul Efendisi olduğu kadar, değerli bir tarihçi ve gazeteci, çok mükemmel bir muallimdi. İstanbul Lisesinin ceddi “Numune-i Terakki” İdadisinde müdür ve muallim olduğu sıralarda mektepte “Osmanlıların İstiklâl Günü” dönüm yılını anmakla işe başladı; sonra bazı arkadaşlarını da toplayarak bir “Millî İhtifaller Cemiyeti” kurdu. Böylece Osmanlı istiklâli, Fatih’in İstanbul’u fethi, Mimar Sinan vesair büyük adamlarımız ve günlerimiz için muayyen ihtifaller yapılması âdet oldu. Ziya Bey, eski eserleri çok iyi anlar, bilhassa cami, medrese, çeşme, türbe gibi tarihî ve millî âbidelerimizle şehitlerimizin Türklük karakterini belirten bazı hususiyetlerine dokunulmasına tahammül edemezdi. Bundan dolayı, âbidelerimizi belediyenin asrî imar adlı altında şuursuz kazma darbelerinden şehrimizin millî bünyesini korumak üzere bir de “İstanbul Muhipleri Cemiyeti” tesis eyledi. Çok da iyi oldu. Çünkü bu cemiyet kurulmamış olsaydı, Gülhane Parkı’nın açılması sırasında Şehremini Cemil Paşa tramvay yolundaki surları yıktırıp yok ediverecekti. Nitekim böyle bir koruma cemiyeti mevcut bulunmadığından, aynı Şehremini, Şehzadebaşındaki Direklerarasının tarihî direklerini yıktırdı; şehrin tarihî hususiyetlerinden biri olan caddeyi keleş tavuğa döndürdü! Aynı kazma darbelerinden Cerrahpaşa Avret Pazarındaki sayvanlar ve direkler de kurtulamadı! Bir müddet sonra Halk Partisi Müfettişliğinden İstanbul Vilâyeti postuna çöken ve orada şehir halkının şikâyetlerine, ıstıraplarına kulaklarını tıkayan Muhiddin Üstündağ’ın gösterdiği üstün başarı ise, mahallelerdeki Kırkçeşme sularını kestirmek, çeşmeleri kapatmak, yıkılmaya terk eylemek oldu. İstanbul şehrinde Hakkın rahmetine intikalden sonra mübarek adlarını su gibi aziz kılmak için dedelerimizin yaptırdıkları çeşmeler ve sebillerin her biri birer bakır tava büyüklüğünde maşrapaları, içlerine âyetler işlenmiş sarı tasları, şunun bunun elinde, yahut leblebicinin çuvalında kaldı. Türbe ve tekkelerin şamdanları, imaretlerin bakır kazanları ve tencereleri gibi, onlar da bedestende antika diye ecnebilere satıldı. Bunlar, cedlerini ve bıraktıklarını beğenmemekten, şarktan nefret ederek sözde firenk mukallidi biçiminde görünmek hevesinden oldu. Garp, eski asırlardan intikal eden âbidelerinin, eşyanın üzerine titrer, yerlerini değiştirmeye bile kıyamazken, biz babasını inkâr eden çocuklar gibi, medeniyetimize ve mazimize harp açtık. Hâlâ da bu amansız harb devam eylemektedir. Avrupa’da saraylarda abdesthane yokken, zenginler ve asiller fıçı içinde banyo yaparlarken, bizde sayısız hamamlar vardı. Bunlar medeniyet üstünlüğümüzün müşahhas eserleri olarak koruyacağımıza, bazısını yıktık, bazısını bozduk, harap ettik, bazısını fabrikalara kiraladık, bazısını benzin deposu yaptık!

İnsan, eğer başka hayvanlardan akılla mümtaz ise, akıl, Kırkçeşme sularının mecraları bozulmasından dolayı su temiz gelmiyorsa, yolların tamir olunarak suyun temiz akıtılmasını gerektirir; çeşme yıkmayı değil… Belediye ile Evkaf, Evkafla nereye ve nasıl baktığı kendisinden başka kimsece malûm olamayan Maarif Bakanlığı (Eğitim diyemiyorum, çünkü hem söylenişinde tenafür var hem maarifin karşılığını tutamıyor!) el ele vermişler, millî âbidelerin mimarî eserlerinin tahripleri hususunda müsabakaya tutuşmuşlar! Cami yıkmak, Sina’nın yaptığı Süleymaniye Hamamı’nı bakır fabrikasına kiralayıp taşlarını kırdırmak, koca medreseyi ayda on beş liraya bir Yahudi’ye kiralamak, bir kısmını göçebe çingenelere oda oda vermek, bu üç dairenin el ele tutuşarak becerdikleri marifetler… Yakalanan kurbağa, ürkütülen tavşana değmez… Alınan paranın malûm miktarı bunların en basit tamirine bile yetişmez… O kadar az para ile kiralanmasındaki meçhul hikmet bir türlü anlaşılmaz… Anlaşılsa da söylenmesi türlü sebeplerden caiz olmaz… Bir dolambaçlı iştir vesselâm! Mimar Sinan’a ihtifal yapılır da medreseleri, hamamı süprüntü ve mikrop depoları olmaya, yıktırılmaya terk olunur, neden diye kimse soramaz, sorulsa da 9999 numaralı kanunun filânca maddenin falanca hükmü iktizası denilir; yapana da tatbik edene de lâhavle çekilmekten başka elden bir şey gelmez!

M. Raif OGAN


Büyük Doğu dergisinin, 15 Eylül 1950 tarihli 26. sayısından aktarılmıştır.

Yorumlar