Ontolojisiz
Milliyetçilik ve Mehmet Âkif
Dr.
Berat Demirci
Mehmet
Âkif Ersoy, Türk düşüncesinin hâlâ aydın ve aydınlık ufuklarından biridir;
Doğu’yu ya da Batı’yı da kendi içerisinde değerlendirmiş, lafı eğip bükmeden
toplumuna bir çıkış yolu göstermeye çalışmıştır. Bu tahlil ve terkip
özelliklerini taşıyan ve tavrını tavizsiz sürdüren ikinci bir müellif örneği
batıcılardan da yerli izler taşıyan düşünürler arasından da çıkmamıştır.
Batı’da örneği aranacak olursa Âkif, taşıdığı ciddiyetle Rönesans
düşünürlerinin içerisine konulabilir ve geleceğe yönelik ciddi bir Türk Aydınlanması
ülküsüne tâlip olanlar hâlâ varsa, köşetaşlarından birisi şüphesiz Mehmet Âkif
Ersoy’dur.
Mahallî Millî Hakikat Yolcusu
Âkif
mahallîdir, mahallesinin çocuğudur ve İstanbul’un mahalle hayatını özgün ve
özlü bir biçimde ayrıntılarıyla tasvir eder. Camiyi anlatırken bir Müslüman
çocuğun saffetini aksettirir. Meyhaneyi anlatırken hiç meyhane görmeyenlerin
bile zihninde gerçeğin ta kendisi denilebilecek resimler çizer.1
Mezarlıklar, sokaklar, mahalle kahveleri, evler, akla hayale gelebilecek bütün
mekânlar en gerçekçi ve katı bir tarzda ama ferah bir Türkçe ile Âkif’in
şiirinde tek tek yerini almıştır. Buna hem tarihî hem güncel gerçekliğe sahip
insan tipleri de eklenince karşımıza sahih bir memleket manzarası çıkar.
Nâdir
mütefekkire nasip olan bütünü kavrama yeteneği Âkif’i mahallî, millî ve
medeniyetlerarası olanı aynı anda kavrayan “şahsiyet sahibi” bir aydın
kılmıştır. Mahallî olanı daima taşıyan ve yaşayan bir oluşu, Âkif’e sarsılmaz
bir aidiyet bilinci ve milletiyle ilgili olan her meseleye anında nüfuz
edebilme gücünü kazandırmıştır. Milletini tarihi çerçevede eleştirir, bugün
içerisinde değerlendirir ve gerçekçi bir biçimde cehaletten kurtulmanın,
“Aydınlanmanın” yolunu, “içimizden biri” olarak gösterir. Onun yalın ve
içeriden tespitlerini mekteplisi de ümmîsi de cahili de anlar. Doğu ve Batı
karşısındaki taklitçi tavırları hiddetle eleştiren Âkif’in tek davası
hakikattir.2 M. Cemal Kuntay’ın ifadesiyle gerçeği her şartta
söyleyen biri erkişidir, hakikat karşısında “O dimdik alın, önüne bakacak kadar
da (olsa) eğilmiyordu.”
Hakikat;
duyan, kavrayan insanla, yani şahsiyetle alakalıdır. Şairimizde hakikâti
gerçekleştirmenin yolu, döneminin “tekniğini alalım kültürünü almayalım”
formülünün birazcık dışındadır. Millî şairimiz, market listesi ciddiyetiyle konuşulan
“Neyi alalım?” cenderesine asla sıkışmaz, daima “Kim olarak almalıyız?”
noktasındadır; alacağımız şeyi “kim olduğumuz” belirlemelidir. Her millet kendi
yolunu, kendi tarih ve kültür akışı içinde tayin etmelidir.3
Âkif’te Şiir Manzume İçiçeliği
Yalnız
Âkif değil, Tanzimat sonrası bütün yazar ve şairlerinde de ortak kaygı
“vatanın, milletin yahut imparatorluğun kurtarılması” düşüncesidir. Kurtulmanın
yolları, şairleri saf şiirden uzaklaştırarak yer yer didaktik manzumelere sevk
etmiştir. İçlerinde hece yahut aruz vezniyle çok kötü manzumeler yazanlar
olmasına rağmen, çoğunluğu dili sanatkârane kullanmışlardır. Âkif dilin ve
vezni en iyi kullanan şairimizdir. Duru bir Türkçe ve arızasız bir aruz yan
yana geldiğinde, neyi konu ederse etsin nazmındaki iç musiki büyük bir şairle
baş başa olduğumuzu daima hissettirir. “Samimiyet” onun yazdıklarının en önemli
vasfıdır, dolambaçlı yollar, fikir cambazlıkları yoktur; ne diyecekse tavizsiz
ve tereddütsüz söylemiştir.
Âkif,
içindeki saf şairi millî davası uğruna bastırmıştır; bunun ona ıstırap
verdiğini düşünüyorum. “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm/Gördüm hazanında
bu cennet yurdu/Gül devrinde gelsem bülbül olurdum/Ya Rab beni daha evvel
getireydin nolurdu.” Dörtlüğündeki naz ve sitem iç yakıcıdır. Sanatkâr,
özellikle şair, hayatı kendine mahsus olan dünyanın prizmasından geçirerek
yeniden hayata dönendir; Âkif ise kendine mahsus olanı örtmeye çalışarak
“herkesin derdini” yansıtmak gayretindedir, bu gayret çok yıpratıcıdır. Âkif’in
şiirlerindeki “şiddet ve celal” kendi hâlini daha iyi anlatmaya yönelen bir
şairin değil, memleketin hâlini daha vurgulu anlatmaya çalışan bir mustaribin
feryadıdır. Bu feryat İstiklal Marşı’nda bir nârâ avazıyla zirveye çıkmıştır.
“Millî Şair” ve Milliyetçilik
Âkif’in
“Arap milliyetçisi, dinci” gibi sıfatlarla yaftalayarak refüze eden insanların
yaşadığı bir vasata sahip olmak üzücüdür. Âkif fasihtir; Türkiye’de “Fasih
Türk” olmak giderek zorlaşmaya başlamıştır. Türk Milleti olmanın ne demek
olduğunu on kıtalık bir şiire sığdırmak Âkif’e nasip olmuştur ve bu yüzden
Millî Şairimizdir. Herkesin birbirini ötekileştirdiği bir düşüncesizlik ve
stratejik kirlilik ortamında, İstiklâl Marşı’nın iki kıtası değil tekmilini
sevmek ve benimsemek “ötekilerden biri” olma damgası yemeye yetmektedir.
İstiklâl Marşı’nın tümünden bir “millet” ve “milliyetçilik” ontolojisi çıkar.
Günümüzün giderek yaygınlaşan “parçacı ve parçalayıcı milliyetçilikleri” farklı
maksatlarla Âkif’in çizmiş olduğu bütünden uzaklaştıkça nesnesinden kopuk bir
söyleme düşmektedirler; bu söylem bir noktadan sonra “milletsiz ve milliyetsiz
milliyetçilik” gibi felâket bir sokak ideolojisine dönüşmektedir.
Âkif,
kendi hakkında ve kendi şiiri hakkında fazla konuşmayan bir şahsiyettir.
“Aczimin giryesidir bence bütün âsârım” mısraı onun hem şiir kudretini hem
mütevazılığını göstermektedir. Şiirleri hakkında çok az konuşan adam, İstiklâl
Marşı’na “Milletimindir” diyerek imzasını atmamış ve konulan para ödülünü de
sırtında onu soğuktan koruyacak bir paltosu bile yokken almamıştır.4
İstiklâl Marşı’nı yazdıran şartlar ve duygular, onun diliyle daha güzel
anlaşılır. Hasta yatağında İstiklâl Marşı’ndan söz edilince hastabakıcının
yardımıyla doğrulur ve “İstiklâl Marşı… O
günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının
ifadesidir. Bin bir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ıstıraplar içinde halâs
dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir
hâtırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… Onu
yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şiir artık benim
değildir. O milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur…
Allah bu millete bir daha bir İstiklâl Marşı yazdırmasın.” der, yorularak
uykuya dalar.
Mehmet
Âkif, ek yeri olmayan bir adamdır, ona yöneltilecek her tenkit samimiyetinin ve
dâvâ adamlığı vasfının gölgesinde kalmaktadır. O fildişi kuleden şiir yazan bir
adam değil, Millî Mücadele’ye fiilen katılan bir kahramandır. Onu şiirinden
hareketle eleştirmek mümkün değildir, çünkü şiir hayatıdır; hayatı hakkında “şahsa
ait” bir şey ayıklamak ise mümkün görünmüyor. Kudretli bir sanatkâr olmasına
rağmen, şiirinde ferdiyetini bu kadar bastıran ikinci bir şairin dünya edebiyatında
örneği olduğunu sanmıyorum. Âkif’le güya aynı temaları paylaşan yığınlarca şair
vardır ama onların pek çoğu Millî Mücadele’den sonra “paye-i rıfat” koparmak
için yazmıştır ve resmî şairdirler. Âkif ise milletin şairidir, sıfatını ona
millet vermiştir. Âkif’in hamasî şiirleri, kuru bir milliyetçilik söylemi
değil, bir mücadele ve dâvâ adamının hayatıyla bütünleşmektedir, bu yüzden
yadırganmaz. Daha sonraki dönemlerde ise zayıf şair olup hamaset edebiyatı
yapanlar parsayı toplamıştır. Âkif’in millet ve milliyetçilik anlayışı, sonraki
dönemlerin siyasî milliyetçiliklerinin tersine çok açık ve net çizgiler taşır.
Millet olmanın vazgeçilmezleri olarak değerlendirdiği bütün unsurlar, onun
yaşadığı dönemde yaşayanların az ya da çok müşterekleridir; günümüzde böylesine
kapsamlı ve kapsayıcı bir bütünlük taşıyan perspektif ne aydınımızda vardır ne
de milliyetçi/ulusalcı ideologlarda. Her kesim kendi ideolojisine uygun bulduğu
unsurlardan yola çıkarak bir millet ve milliyetçilik inşa etmektedir ve hepsi
de bütünü kavrayamama marazına tutulmuşlardır.
Âkif’in
“Allah bu millete bir daha bir İstiklâl Marşı yazdırmasın” duasına âmin demekle
beraber; ülkemizin içinde bulunduğu millî sığlıktan kurtulmak için aydınımızın,
ricalimizin, gençlerimizin İstiklâl Marşı’nı milliyetçiliklerin ontolojisi
olarak kavramalarını da temenni edelim. Ontolojik olandan yola çıkınca parçalar
bütüne doğru yönelir; ümidimdir.
Nil Kıyısından Kayseri Uçağına
Millî
şairimiz bir akşam vakti Nil sahiline iner. Fransız, Alman ve İngiliz
turistleri görür; hepsi neşe içerisinde yiyip içmededir. Zenginlikleri ve üstün
siyasî, askerî ve iktisadî güçleri onlara bu hakkı vermektedir. Kendisi ise bu
neşeli kalabalıktan farklı olarak hüzün içindedir. “İçinde ben, yalnız ben
gülmüyorum/Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da mazurum” der ve teessüre kapılır.
Âkif, esasen kendine teklif edilen dünya nimetlerine bir defalığına olsun sırt
dönmeseydi ülkemizde o gün de bu gün de var olan “terminatör” zümresine katılır,
onlarla iş tutar, kadeh tokuşturur, zevklenirdi. Hayatının hiçbir safhasında “milletim,
milletim!” demediği an yoktur. Bu ahlâkın olmadığı yerde aydın, rical, iş
adamı, tekmil seçkinler zümresinin gözünün önünde “yolsuzluk ekonomisi” kurulur
ve yolsuzlar halkın sırtında tıpkı Nil kenarındaki ecnebi güruh gibi keyif
çatar/çatmaktadır.
Ha Nil Kenarındaki Turistler Ha
İstanbul-Kayseri Uçağı…
Bu
yakınlardaki tayyare yolculuğum bana aynı hüznü yaşattı. Uçağın yarısından
fazlası turist, çoğu da Japon’du. Bütün ecnebiler neşeliydi, aralarında
paslaşıyorlar, birbirlerine ikramda bulunuyorlardı; neşe içinde uçağa bindiler,
sanki ev sahibi onlardı, bizler misafir… Türklerin büyük bölümü düşünceli,
dalgın, hatta kederliydi, belki aciliyet karşısında ve mecburen uçağa
binmişlerdi; çok az sayıda keyifli Türk de yok değildi. Giriş ve çıkışlarda turistlere
gösterilen özel muamele, yerlilerden esirgeniyordu; bu da işin “dolara endeksli”
ayrı bir davranış bozukluğudur. Galiba abarttım, bardağın dolu tarafını
görmemek hastalığı… Ama bana bardağın dolu tarafı söyletiyor, dolar hesabına
vurduğumuzda bardağın dolu tarafında çok az sayıda ve içi bomboş bir zümre var…
Dağ
dağa kavuşmaz, insan insana kavuşurmuş. Kayseri’den Sivas’a yolculuğumda,
yıllardır Kazakistan’da çalışan duvar duvara komşumuzun mühendis oğluyla gelmek
nasip oldu; muhabbetle kucakladım. Ama uçaktan inmişiz… Ben sordum o Kazakistan’ı
anlattı, “Türkiye cennet!” diyemedim; çünkü orada bıçak sırtında sayılacak
şartlarda kazandığı paraları, Türkiye’de bir şirkete kaptırmış… Haydi neşelen!
Âkif’i
keşke yalnızca dönemine tanıklık eden bir şairimiz olarak anabilseydik.
Sonuç
Âkif’le
ilgili yazmak da zor konuşmak da… Fakat, onun hakkında söz söylemek
gerektiğinde susmak vefasızlık olur. Çünkü benim ilk ezberlediğim ve
unutmadığım tek şiir İstiklâl Marşı’dır, hâlâ her mısraını millet olmanın
vazgeçilmez unsuru bilirim. Bir deneyeyim “Acaba baştan sona çıkarabilir miyim?”
diye kendimi sınava soktum, kıtaların sırasını hatırlayamadığım için, şaşırdım.
En küçük oğlum, biraz da hatalarımı bulmanın vermiş olduğu keyif ve muziplikle
beni nizama soktu.
Sevindim,
ama burkuldum da… Oğluma çektiğim aferinle, onu aynı zamanda bazı mercilere
ihbar mı etmiş oldum! Şaka değil, bir baba olarak samimiyim; İstiklâl Marşı’nı
baştan sona vecd içinde okuyan bir çocuğun geleceğinden endişe duyuyorum.
Kaynakça ve Dipnotlar
1. Âkif’in
belki de hiç uğramadığı mekânlardan biri meyhanedir, onun tasvir kudreti orada
bile zirvededir:
Canım
sıkıldı dün akşam, sokak sokak gezdim
Sonunda
bir yere saptım ki, önce bilmezdim.
Bitince
bir sıra ev sonra virane,
Dikildi
karşıma bir han kılıklı meyhane;
Basık
tavanlı, karanlık, sefil bir dükkân
İçinde
bir masa, yahut civar tabutluktan
Atılma,
çok ölü görmüş acıklı bir teneşir!
Yanında
hurdası çıkmış eski bir sedir.
2. M.
Cemal’in aktardığı bir hatıra, Âkif’in hakikat karşısındaki tavrını anlamamıza
yeter. M. Cemal şairimizi toksözlülüğünden dolayı eleştirir ve aralarında şöyle
bir konuşma geçer;
-
Her
cereyanın önünde bir “Hayır!” edatısın… Bütün hayatın “Selâmünaleyküm kör kadı!”
-
Gördüğümü
(yani kadı körse) söylemeyeyim mi?
-
Tabii
ki söyleme… Kadının sol gözü körse sağ tarafına bak ve sağlam gözü gör!
-
İki
gözü de körse?
-
O
zaman da önüne bak!
“Fakat”
diyor M. Cemal, “bu dimdik alın, önüne bakacak kadar da eğilemiyordu”
3. Terakki
denilen şeyi Âkif reddetmez, ama her kavmin yolu kültür ve tarihine uygun
olmalıdır:
Mütefekkirlerimiz
anlamıyorlar sanırım,
Ki
çemenzar-ı terakkide atılmış her adım,
Değişir
büsbütün, akvâma, cemââte göre;
Başka
bir kavmin izinden yürümek, çok kerre,
Adetâ
mühlik olur; sonra ne var, her millet,
Gözetir
seyr-i tekâmülde birer ayrı cihet
4. M.
Ertuğrul Düzdağ, Mehmet Âkif Ersoy,
Kaynak Yayınları, İstanbul: 2006
Bu çalışma TYB Mehmet Âkif Araştırmaları
Merkezi Yayınları: 3, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları: 32, Toplantı
Metinleri: 7 (ISBN: 978-975-7382-36-2) eserden aktarılmıştır. Yayınlayan: D.
Mehmet Doğan
Yorumlar
Yorum Gönder